Albümk #6 – Yosun - 20621
Uzun bir aradan ve sürdürülmesinin mümkün olmadığını acı bir şekilde tecrübe ettiğim formatlara elvedadan sonra merhaba.
Türkiye’de ölen, sessizce göçüp giden bir şeyler var. Bu bir sürü bir şeylerden benim için en değerlisi bir hissiyat, bir tecrübe, çokça kişiyle paylaştığım bir kişisel tarih huzmesi. Nokta atışı bir isim koyamadığım için, etrafına hikayeden örülü bir çember çizmeye çalışayım ki en azından yaklaşık konumu belli olsun.
İstanbul’un Avrupa yakasında, yakanın ortadan hallice sınıfın işgal ettiği eski çeperinde doğdum, büyüdüm, hatta daha yeni ayrıldım buradan. Hayatımın önemli bir kısmı Bakırköy’ün her daim battı batacak görünümlü prova stüdyolarında, üstümde beş beden bol üniformayla, çakma deriden yırtık koltuğun klimanın tam altındaki sağ kolçağına dayanmış, içerideki grubun Phobia teşebbüsünden sızan boğultuları dinleyerek geçti. Ya da Her Şeyi Yak. Ya da İki Yol. Dinleyerek, sıranın bize gelmesini bekleyerek. Süngerden enstrüman çantalarını bacakları arasına sıkıştırmış, Eren ve/ya Tolga gibi çeşitli isimlerdeki çeşitli kişiler arasında, kucağımda turuncu bir Jansport’tan hin gibi sızdırdığım iki çift dandik bagete bakarak, bu yüzden hafiften de utanarak. Sıranın bize gelmesini bekleyerek. Sıra bize gelsin ki bir saat, iki saat, artık o akşamüstünün makul saatteki son minibüsü ne kadar izin verecekse o kadar çalalım, saçmalayalım, teşebbüs edelim.
Samimi söylüyorum, sanırım bundan başka bir şey yapmadım. En azından bahsini açmaya değer başka bir şey yapmadım, bundan başka. ‘Bu’ neydi, tam olarak bilmiyorum. Belki bir hobi, ama en yakın geçen kelime bu olsa dahi hobi denemeyecek kadar ciddiye aldığım ve zaman, para, kaynak yatırdığım bir şeydi. Kendisinden öte bir şeye dönüşeceğini bilmeden, daha doğrusu beklemeden. Beklentisiz bir hamallık, çoğu zaman bilgisiz de. Çünkü alaylı bir müzisyenim, hiçbir zaman eğitim almadım. Eğitim almam gerektiğini de çok düşünmedim, aslında bununla ilgili, stüdyoda klima altında oturmaktan başka bir şey yapmam gerektiğini de düşünmedim. Bir gerek kavramı yoktu kafamda, hiç. Bir Çarşamba akşamüstünde Bakırköy veya bazen Avcılar’daydım, dandik ama müthiş bir stüdyoda oturuyordum. O zaman aklımda bununla ilgili, burada olup bunu yapıyor olduğum haricinde bir şey yoktu. Doğal halimde gibiydim, ağacın altındaki bir yosun gibi. Ağacın altındaki bir yosunun da bir gereğe ihtiyacı yoktur, oradadır ve yosundur.
Bu zamandan sonra, uzun bir süre boyunca hiçbir şey bu kadar doğal gelmedi. Üzerime uymayan gömlekler denedim uzunca bir süre, sonra yine ‘buna’ denk geldim. Elimde olduğunu farketmeden kaçırdım, yeniden yakaladım, kaçırdım, vs. Doğal halimin müzikte olduğunu belirli bir mesafeden de olsa kavramama rağmen, müzik yapmam ‘gerektiği’ ve elimden gelenin bu olduğu kararını veremediğim, daha doğrusu imkanını göremediğim için tren üstüne tren kaçırdım. Türkiye’de ve dünyada böyle birçok insan, hipererişkenliğin hipermotivasyonla kaynaşıp seçenek felcine uğrattığı birçok insan olduğuna eminim. Kararsız, yönsüz, yordamsız, haliyle de cesaretsiz. Cesaret dediğime bakmayın ki tüm bu mevzuun her yanı sınıfsalın kıskacında; kararsızlık da orta sınıfın bir imtiyazı. Doğduğum yerin yirmi dakika kuzeyinde doğsaydım.
Bunu verili alalım ve kararsızlığı, aynı kabızlık gibi bir dert kabul edelim. Zaman uçar ve hipererişken, hipereğitimli, hipermotive tüm salakların hiçbirine hiç uymayan ne kadar gömlek varsa hepsini rastgele her birine giydirirken, bir şey tık edebiliyor. Aniden çöken bir bıkkınlıktan kaynaklı, gecikmiş bir kemik kırılması. Yosunlar yosunluğunu, doğal halini, elinden gelen şeyi hatırlıyor. Fotoğraf çekiyor, müzik yapıyor, hikayeler anlatıyor, yorum yapıyor, bir şeyler çiziyor, bir şeyleri boyuyor, klavyelerinden sesler çıkartıyor. Doğal halini keşfedip de unutmamayı becerebilmişlerin koridoruna kaçak birkaç adım atıyor. Oluyorsa oluyor, olmazsa da oluyor.
Türkiye’de ölen, sessizce göçüp giden değerli şeylerden biri işte bu dert. İmtiyazlar çözülüyor, keşifler başlamadan yelkenler deliniyor, gemiler yanıp kül oluyor. Kararsızlık lüksü, karar verme zorunluluğunda tuzla buz olurken herkes bir gereğin kölesi olmak zorunda bırakılıyor. Kafa karışıklığı dolu bir yalnızlık, gereklerden örülü uzun duvarların üstünden uçan, pasparlak bir uçak. Teşebbüs dahi edememek. Bu bir hayat tarzı meselesi değil, kendime toplum içerisinde uygun bir yer ve tanım bulamamak, tedavülden kalkan bir kelimeye, hatırlanmayan bir karaktere dönmek.
Kulak kabartmalık Türkiye’de şehirli alternatif müziğinin gidişatıyla ilgileniyorsanız Artemis Günebakanlı’nın hazırlayıp sunduğu Dip Gürültüsü programına bir bakmanız gerek. Hakan Tamar ve Deniz Kuzuoğlu bölümleri.
Dinlediğim dört albüm
Mayhem – De Mysteriis Dom Sathanas. Önceden etrafındaki hikaye ilgimi çekerdi, şimdi albümün kendisi. Esoteric Warfare’e bir plase çekilebilir.
Cancer Bats – Hail Destroyer. N’oldu lan size? N’oldu da olmadı?
PUP – Morbid Stuff. Yirmilerin siniri hiç ölmeyecek.
Morbific – Ominous Seep of Putridity. Rezil rüsva bir eski usul ölüm metali, leziz.